Image

“Türkiye gibi yüksek deprem riskine maruz olan bir coğrafyada sigorta şirketlerinin şiddetli bir depremde oluşacak zararın tamamını kendilerinin karşılaması sermaye yapılarını çok zorlayacaktır”

Dünyanın önde gelen sigorta ve finans grubu Allianz’ın yayımladığı ve olası risklerin analiz edildiği 2016 Risk Barometresi Araştırması’na göre Türkiye için fırtına, sel, deprem gibi doğal afet riskleri yüzde 55 ile ilk sırada yer alıyor. Bunları tedarik zinciri kesintileri, emtia fiyatlarındaki artışlar, enflasyon, yangın, patlama, piyasadaki dalgalanmalar, yoğun rekabet ve durgunluk gibi riskler takip ediyor.


Ülke olarak deprem başta olmak üzere doğal afetlere karşı çok incinebilir konumdayız. Özellikle de nüfusun ve sanayinin yoğunlaştığı Marmara Bölgesi’nin büyük bir kısmının birinci dereceden deprem risk bölgesinde yer alması, doğal afetlerin ülkemiz için neden büyük bir risk taşıdığının en önemli göstergesi.

 

Doğal Afet Sigortaları Kurumu’nun (DASK) verilerine göre Türkiye, topraklarının yüzde 98’i aktif ve farklı deprem kuşakları üzerinde yer alan ve ülke nüfusunun yüzde 96’sının da bu topraklar üzerinde yaşadığı bir deprem ülkesi. Ne yazık ki büyük can ve mal kaybıyla sonuçlanan 1999 yılındaki Marmara ve Düzce, 2011’deki Van depremleri, bu gerçeğin çok acı verici kanıtlarıdır.

Büyük bir depremin ekonomi üzerinde ciddi etkileri oluyor. İstanbul’da bir deprem gerçekleşmesi durumunda en kötü senaryolarda GSYİH’de yüzde 10-15’lik bir risk bulunuyor. İyi işleyen ve denetlenen bir sigortacılık yapılanmasıyla bu kayıp potansiyeli Türkiye ekonomisine kısa sürede geri kazandırabiliriz. Son büyük depremde yeterli sigorta penetrasyonunun olmaması sonucunda devletin birçok konuda ek yardım sağlaması gerekliliği oluştu. Bu durum kamu finansmanına da büyük yük getirmekte olup sigorta sayesinde bir emniyet ağının sağlandığını söyleyebilirim.

1999 depreminden sonra yürürlüğe alınan DASK Zorunlu Deprem sigortası ile deprem riski önemli ölçüde devlet güvencesi altına alınmaya çalışılıyor. Fakat aslında bir deprem durumunda maruz kalınacak riskin büyüklüğü DASK ile koruma altına alınandan çok daha büyük bir boyutta. Bunun için de vatandaşların yangın poliçeleri dahilindeki deprem teminatlarını satın alınarak mallarının tamamını güvence almaları en doğrusu. Halihazırda bu ürünler için de deprem fiyatları tıpkı DASK için olduğu gibi devlet tarafından belirlenen standart bir tarife üzerinden belirleniyor. Fakat biz, Allianz Türkiye olarak, gelişmiş aktüeryal uygulamalarımız ile hasar ve maliyet gelişimlerini yakından takip etmemiz neticesinde kendi fiyatlandırmamızı da paralelde yürüterek devlet tarifesinin yeterliliğini mutlaka takip ediyor ve gerekli rezervi ayırıyoruz.

Türkiye gibi yüksek deprem riskine maruz olan bir coğrafyada sigorta şirketlerinin şiddetli bir depremde oluşacak zararın tamamını kendilerinin karşılaması sermaye yapılarını çok zorlayacaktır. Bu duruma bağlı olarak katastrofik olaylar reasürans ile koruma altına alınmaktadır. Allianz Türkiye olarak bu konuda sigortaladığımız riskleri çok yüksek bir olasılık seviyesinde, 500 yılda bir gerçekleşebilecek büyüklükte bir depremin yaratacağı zararı kapsayabilecek düzeyde bir reasürans koruması altına alıyoruz. Böylece sigortalılarımızın mallarına bir deprem neticesinde gelebilecek zararı her koşulda tazmin edebilecek bir güvence sağlamayı garanti altına alıyoruz.

Deprem hem manevi hem de maddi anlamda pek çok kayba neden olabiliyor. Depremlerin gerçekleşmesini engellemek mümkün olmasa da depremin yaratacağı kayıpları en aza indirmek mümkün. Sigortalılık bilinci yükselmesine rağmen, sigortalılık oranı hâlâ beklenen seviyelere ulaşmış durumda değil. 17 Ağustos depreminin neden olduğu can ve mal kaybı, Türkiye ekonomisinde milyarlarca dolarlık zarar, toplumun genelinde ise telafisi zor trajik durumlar yarattı. Bu dönemde sigorta sektörünün ekonomiye yeniden kazandırdığı kaynak, yani ödediği hasar tazminatı, 630 milyon doları buldu. Olası bir yıkıcı deprem sırasında ve sonrasında sigorta şirketleri maddi ve manevi olarak yine sigortalıların yanında yer alacaktır.

Allianz Türkiye olarak bu tip olağanüstü durumlara hazır olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Temel amacımız, olası bir felaket sonrasında müşterilerimize bu tür zorlu koşullarda bile hak ettikleri Allianz kalitesinde hizmet vermeyi sürdürmek. Bu anlamda, uzun yıllardır üzerinde kapsamlı çalışmalar yaptığımız ve her yıl gerçeğe oldukça yakın bir şekilde gerçekleştirdiğimiz “iş süreklilik tatbikatları” ile kendimizi test ediyoruz.

İş sürekliliği kapsamında kritik iş süreçlerimize ait bilgi sistemi uygulamalarımızı ve kritik verilerimizi İstanbul dışındaki veri merkezimizde düzenli olarak yedekliyoruz. Bölgesel ve yerel felaketlere karşı önceden hazırladığımız iş süreklilik planlarımızın testi sırasında da farklı senaryolar düşünerek genel müdürlüğümüzdeki tüm sistemlerimizi, binamıza girişi de kısıtlayarak, gerçekten kapatıyoruz. Örneğin 2016 yılının son aylarında yaptığımız iş sürekliliği tatbikatında, üst düzey yöneticilerimizin de içinde olduğu yaklaşık 180 kişilik iş süreklilik ekibimizle birlikte, Allianz Tower’daki şirket sistemleri kapatılarak önceden yedeklenen alternatif lokasyonumuzda ayağa kaldırıldı. Tatbikatta aynı zamanda müşteri iletişimi ve hasar servislerimizin de içinde olduğu 80’in üzerinde kritik iş sürecimizin planlandığı şekilde başarıyla yürütüldüğünü gördük.